Bir Sanatçının bir Sanatçıya Bakışı

Genelde Avrupa sanat tarihiyle ilişkisi açık olan yapıtlar hakkında, başka yerlerde başkalarının defalarca değindiği ilişkilere, ülkemizde de çok sık değinilmektedir. Bu tür sergiler hakkında olabildiğince kendi kültürel bakış açımızı sergiler ve bize yabancı olan mecralara pek bulaşmayız. Bu ironik anlamda memnuniyet vericidir. Çünkü hata yapma ve mayınlı alana basma olasılığımız ortadan kalkmaktadır. Tabi söz konusu olan resim ise bu tür anlatılara gereksinimi bile yoktur onun. Çünkü resim kendisini deşifre edecek imgeleri zaten içinde taşımaktadır.
 
Bu bağlamda Hayri Esmer’in çalışmalarına baktığımızda: ‘Medeniyetler Çatışması’ kavramının yeniden tartışılmaya başlandığı bugünlerde onun böyle bir çatışmanın uygarlığı yok edeceği noktasından hareket eden ve bu çerçevede şiddeti ve savaşı konu alan yapıtları oldukça önemli bir alana girmemizi sağlamaktadır. Bizler onu, daha önce, Oberhessisches Müzesinde ve Darmstadt Regionalgalerie’de açtığı sergiden tanımaktayız. Ayrıca gerek resimlerinde gerekse lisans üstü çalışmalarında (tezlerinde) çağımızın yıkıcı ve yok edici kültürüne göndermelerde bulunan imgeler üzerinde durduğu ve bunları irdelediğini bilmekteyiz
 
Esmer, sanatında, bir taraftan alışık olduğumuz bir dille(soyut), kendisine ait kıldığı biçim ve renklerle ifade olanaklarını zorlamakta, diğer taraftan insan yaşamının vazgeçilmez yönü olan, onun doğasının bir parçası olan barış ve umudun izini sürmektedir. Onun sanatı, aynı zamanda doğu ve batının belirgin bir biçimde kaynaştığı eski bir kültür bölgesinin izlerini de içinde taşımaktadır. Elbette, Pergamon’u, Efes’i, Turuva’yı ve Milet’i hatırlamak gerekmiyor onun yapıtlarını tanımlamak için, ya da bunlardan günümüze değin gelen savaşların yarattığı kültürler arası çatışmayı. O daha çok, genel anlamda günümüzde de devam eden kültürün yıkıcı eğilimlerine vurgu yapan ve onu olumsuzlayan içerikleri öne çıkarmaya yeltenir. Dolayısıyla sanatı ile hafifletmek istediği şey: kültürler arasında yaratılan tehdittir. 
 
Esmer’in, sanatı aracılığıyla, topluma karşı geliştirmeye çalıştığı sorumluluk ve barışçıllığı  devreye sokma istemini de gözlemlemekteyiz. Özellikle tuval resimlerinde üst üste boya tabakalarının oluşturduğu boya katmanlarını görmekteyiz. Fırça ile oluşturulan çizgilerin zaman zaman kestiremediğimiz (biçimlendiremediğimiz) yönelimleri, onların konumlarında çatışmalı bir bütünlükle güçlü bir kontrastlık yaratmaktadır. Çizgilerin bazen iç içe, bazen üst üste, bazen de baskın bir siyahın ağırlığında somutlaşıyor biçimler. Tüm bu biçimsel ve çizgisel öğelerden sızan ışıklı renk patlamaları resimlerin kişisel ve ayırt edici yönlerini açığa çıkartmaktadır. Çalışmalar dokunmuş metinler gibi ve canlı bir halının yarattığı coşkusal etkiyle sarmalamakta bizleri. Dinamik fırça vuruşlarının taşıdığı kurgusal yapı zaman zaman karşı hareketsel çizgilerle çevrimleniyor. Tüm bu boyasal değerlerle oluşturulan biçim ve çizgisel yapı, bütün resimi ritmik-dinamik bir diyaloga götürüyor. Elbette nesnel çağrışımlar kendini sezinletir zaman zaman. Zaten resimlerin temelinde de kısmen bir nesnellik mevcuttur. Ancak bunun ötesinde asıl vurgulanmaya çalışılan şey, o nesnelerin doğalarından kaynaklanan anlamların dışavurumudur. Yani bu resimler ilgimizi, yine bu kompozisyonlarda dönüşüme uğramış nesnelerin anlamına yöneltmektedir. Soyuta yakın bir anlatım dili egemen olmasına karşın, kullanılan imgeler, konusal göndermelere ait somut işaretlerin ipuçlarını çağrıştırmaktadırlar. Bu ise sanatçının kendi resimsel ufkunu, bireysel bir düşünüş temelinde yerli yerine oturmasını sağlamaktadır. Tabi ki tüm bunların izleyicinin ruhsal yapısı ve birikimi ile temelden ilintili olduğunu bilmekteyiz. Söz konusu olan şiddet ve yıkıcı kültür ve savaş ise, bunların dünyamızda bir sorun olmadığına inanan bir kişide farklı çağrışımlar uyandırması oldukça doğaldır. Aksi halde farklı deneyimlere sahip bireyler aynı düşüncelere sahip olurlardı. 
 
Bunlar hem pratik anlamda yaşadığımız gerçeği, hem de bu gerçeğin birbirine karşıt olan dünyalarını gösterir ki bunları sanatçı genellikle paradoksal bir durum ve özüyle bütünleşemeyen olgular olarak tanımlamaktadır. Çeşitli neden ve etkilerin sonucu olarak bu imgeler, çok farklı bir ilişkilendirmeyle yeni anlamlar kazanmıştır. Bu imgeler aynı zamanda gerek bu ilişkilendirmeler ile gerekse kazandıkları farklı karakteristiklerle esnek ve zengin bir anlam üretimine de açık durmaktadırlar. Yapıtların taşıdığı bu iç çatışmanın doğa için ölümcül sonuçları olabilir. İnsan için de durum farklı değildir. Ancak yine de bu resimler şiddeti ve sillahları itham edici bir içerikle ortaya koyarlar; ama aynı zamanda bireyin mutluluğunu ve özgürlüğünü de aramaktadırlar.
 
Hayri Esmer’in çalışmalarında, yaşama karşı güçlü bir sorumluluk bilinciyle hareket etmemizi hatırlatmaktadır. Ancak bizim toplum olarak veya sanatçılar olarak  20. yüzyıla utanç duymadan bakabilmemizin mümkün olup olmadığını kendimize sormamız gerekmektedir. Sadece geçmiş için mi bu söz konusu. Aslında durum 21. yüzyılda da çok farklı görünmüyor. Yok edici bir kültürün baskın gücünü hücrelerimize dek hissetmekteyiz. Burada iyilerin ve kötülerin yapabilecekleri şey basit bir özür olamaz; duygularımızla ve tutumlarımızla hiçbir sorun yokmuş gibi barbarlığımızı boşuna örtbas etmeyelim. İyilik ve kötülüğümüze yönelik derin taraflaşmalar saklanamayacak kadar su yüzündedir. Bu sahneler ister İsrail, ister Filistin isterse Afganistan veya dünyanın neresinde olursa olsun dehşet vericidir; ve de korkunçtur. Bizi en çok sarsan ise, şiddet kullanımına karşı ümitsiz deneyimlerimiz ve çaresizliğimizdir; ayrıca gittikçe yayılan ve genişleyen bu ateş çemberinin söndürülse bile gittikçe çoğalarak devam etmesidir. Bu durum tıpkı Hydra gibidir. Yunan mitolojisinden  tanıdığımız Argos yakınındaki Lerna bataklığında yaşayan dokuz kafalı canavar gibidir. Zaten kötülüğü simgeleyen bu mitolojik yaratığın hangi kafasını kopartsanız yerine insanları tehdit eden daha korkunç iki kafa daha çıkar.
 
Hayri Esmer resimlerinde iyiye ve kötüye bir tanık gibi yaklaşıyor. Kırılmış ve parçalanmış etkiye sahip formlarda, yıkıntılarda ve bedenleri anımsatan soyut biçimlerde iyi ve kötü, ya dişli gibi birbirine giriyor ya da renk çizgileriyle sınır oluşturuyor. Hayri Esmer’in açık ve koyu alanlar ile çarpıcı renk ve melankolik renk alanlarında yaratmaya çalıştığı karşıtlıklar, tehdit edici patlama ile sessizliğin müthiş savaşını yakalıyor. 
 
Soyut anlatım dili, ve yine konuya soyut yaklaşımı Hayri Esmer’in zaman içindeki belli bir olay ve ona ait mekansal bir atmosfere odaklaşmasını engelliyor. Bu özelliği, yani bir olay veya belli bir zamana odaklanmama, Esmer’in çalışmalarını betimleyici karakterden de uzaklaştırıp onu esas olana taşıyor. Kompozisyonlarında yıkılan yok olan ve düşen derinliklerin arasından kendini sezinleten ve hissettiren umuttur. Yine de savaş ve tüketim kültürünün var ettiği bu hikayenin sonucunda ortaya çıkan bir ütopyadır. İşte bu sanatın var ettiği, yarattığı ütopya da yok edici kültürle çatışan sanatın kendi gerçekliğidir...

 (Almanca’dan Türkçe’ye Çeviren:Ümit Kaptı)