Çağdaş Sanatta Temsiliyet İlişkilerini Nasıl Okumalı?

 

Rıfat Şahiner’in yeni kitabı, ‘Çağdaş Sanatta Temsiliyet Krizi’ günümüz sanatının çok bilinmeyenli güzergahında, uzunca bir süredir tartışılan bir dizi mesele üzerine eğilerek sanatta temsil meselesinin ne denli çetrefilli bir hal aldığını ve günümüz estetiğinde ortaya çıkan krizin hangi prosedürlere başvurularak değerlendirilebileceği yönünde oldukça kayda değer bakış açılarını gündeme getiriyor. Yazar, daha önceki kitabı Sanatta Postmodern Kırılmalar’da da benzer kaygılardan hareketle 1960 sonrası sanatının karakteristiklerini çok yönlü bir bakış açısıyla ortaya koymuş ve sanattaki paradigma değişimine odaklanmıştı.

Şahiner’in sanat pratiğinden gelen sanatçı kimliğine sahip olması; sanat teorisine eğilim gösteren araştırmacı kimliği ve bir akademisyen olarak bu yöndeki çabaları bu çalışmayı daha da anlamlı kılmaktadır.

Son yıllarda büyük bir özveriyle çağdaş sanat ve eleştirisi konusunda Türkçe’ye birbirinden değerli çalışmalar armağan eden Ütopya Yayınevi tarafından yayınlanan ‘Çağdaş Sanatta Temsiliyet Krizi’  gerek içeriği, gerekse kuşe kağıda basılı çok sayıda renkli görsele de yer verilen biçimsel niteliğiyle önemli bir eksikliği dolduruyor. Kitap, günümüz sanatının nasıl bir arka planının olduğunu; onu oluşturan bileşenlerin neler olduğunu ve bu bileşenleri oluşturan karakteristikleri analiz etmekte.  20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, ‘modernistler ve post-yapısalcılar’ üzerinden oluşturulan dil, söylem ve savları eleştirel bir yaklaşım ile tartışan Şahiner, yeni bakma olasılıklarını mümkün kılan sorular sorarak, günümüz sanatının hangi parametreler ve bakış açıları üzerinden okunabileceği üzerine anlamlı bir çaba ortaya koymakta.

Kuşku yok ki, yaşadığımız son 60 yılı tartışmadan, anlama çabası gösterip analiz etmeden bugünü anlamamız mümkün görünmemekte. Özellikle ülkemizde sanat eğitimi veren kurumlara baktığımızda bu eksikliği daha güçlü duyumsadığımız ortada.  Bu nedenle de Şahiner’in sanatın ve çağın hızlı değiştiği, çeşitlendiği ve onu anlamanın zorlaştığı bu süreçte, birbirine karşıt kulvarlarda yer alan düşünür ve kuramcıların kışkırtıcı fikir ve önerilerini tartışması, kafaları kurcalayan sorular ortaya atması, herşeyden önemlisi bu soruların niteliğinin değişmiş olduğunu göstermesi, bugünü anlamak isteyenler ve özellikle de gençler için ufuk açıcı olacaktır.

Gerçekten Sanatın Sonu mu?

Rıfat Şahiner, kitabın önemli bir kısmını Duchamp sonrasında sanatın seyrine dair ortaya çıkan görüş ve buna karşı geliştirilen eleştirilerin tartışılmasına ayırıyor. Geniş bir zaman diliminde oluşan, taraftarları bulunan, farklı kesimlerce kabul gören birbirine karşıt görüşleri eleştirel bir yaklaşımla tartışmak oldukça heyecan verici. Hal Foster’in Gerçeğin Geri Dönüşü: Yüzyılın Sonunda Avangard’ı, Peter Bürger’in Avangard Kuramı, Donald Kuspit’in Sanatın Sonu çalışması ve Jean Baudrillard’ın görüşleri bunların içinde en dikkat çekici olanları.  Şahiner,  bu tartışmalara atıfla sanatın içinde bulunduğu durumu bir ‘kriz’ olarak tanımlamakta. Kuspit, tartışmalara konu olan  Sanatın Sonu kitabında, modernizm sonrası sanatın, daha öncekinin yinelenmesine dönüştüğü, bu süreçte estetiğin itibarını yitirdiği, Marcel Duchamp’ın yarattığı krizin etkisi altında kaldığı iddialarıyla postmodern sanatı eleştirerek, bunu savunanların sanatın sonunu getirdiği düşüncesini dile getirmişti. Kuspit’in yenilikçi isimler Kaprow, Warhol, Duchamp üzerinden ele alarak geliştirdiği savları; postmodern sanat, performans, postsanat ile kurduğu ilişkiyi sorunlu bulan Şahiner, Kuspit’in ‘yüzyıldır süregelen avangard girişimleri görmezden geldiğini’(s:16) ve  ‘olup bitenleri yeterince analiz etmekten ziyade toptan bir yargılamaya gitme kolaycılığına sürüklendiğinden’(s.17) bahsetmekte. Kuspit’in yaklaşımının Greenberg’in ‘formalizm’ini akla getirdiğini söyleyerek bunlardan ötürü de günümüz sanatının sorunlarını Kuspit’in yaklaşımları üzerinden değerlendirmenin pek mümkün olmadığını belirterek Kuspit’e yönelik eleştirilerini dile getirmektedir.

Çağdaş Sanatta Temsiliyet Krizi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında sanat ortamında ortaya çıkan meseleleri kronolojik bir yapıyla ele alan ve anlatan bir kitap değil. Tersine bu süreçte ortaya çıkan kavramlar, olgular ve ideolojik eğilimlerden yola çıkarak, bu dönemde üretilmiş yapıtlar, sanatçılar ve düşünceler üzerinden sanatı çözümlemeye ve tartışmaya çalışmakta. Aslında bu geç kapitalist sürecin yarattığı, günümüzde küreselleşme bağlamında irdelenebilecek sorunlara yönelik bir çözümleme ve bir ‘son’lar çağı olarak nitelenen bir zaman aralığında bir temsiliyet değeri olarak sanatın hangi varoluş biçimlerine ve tarzlarına zemin hazırladığını kurcalıyor. Bu ‘temsil ediş’ modernitenin baskıladığı, yerin altına ittiği kültür ve söylemlerin hep bir ağızdan kendi varoluş biçimlerini gündeme getiren eğilimleri barındırıyor. Bu komplike, çok boyutlu ve çeşitlilikte sınır tanımayan sorunları anlayabilmek ve çözebilmek, gerek yüzyılın başındaki avangardist yaklaşımları gerekse savaş sonrasında ortaya çıkan bu yeni avangardı anlamak ile olanaklıdır. Bundan dolayıdır ki, kitap Duchamp ile başlayan ve tüm yüzyılı meşgul eden hala da güçlü bir ağırlık ve tartışma zemini olan sanatın dönüşümünü ve yaşam ile bütünleşme arzusunun sonucunda tezahür eden üretime odaklanmaktadır.

Postmodern/Postyapısalcı Argümanlar

Sanatın ne-liğine,  dile, estetiğe ilişkin geliştirilen sorgulamalar ve yapıtın dönüşümü,  onu anlamamıza kaynaklık eden geleneksel teorileri de altüst etmiştir. Bu anlamda yapısökümün biçimselleştirilmesi olarak da görebileceğimiz postmodern sanatın  ve düşüncenin esasında postyapısalcıların kavram ve olgularından bağımsız düşünülemeyeceğini belirtmek gerek. Bu ilişkiyi, “Postmodern bakış açısı çoğunca bu post-yapısalcı argümanlardan türetilmekte ve modernist doktrinin yapısökümünü amaçlamaktadır.” (s.60) ifadesiyle dile getiren yazar, Derrida’nın ikili karşıtlıklar üzerine inşa ettiği yapısökümü (deconstruction) stratejisinin önemine ve dönemi anlamamıza sağladığı katkıya vurgu yapmaktadır. Şahiner ayrıca bu yöntemin bileşenleri olan  ‘ iz gösterme’, ‘silme’ ve ‘gram’(kararsızlık), ‘différance’ gibi anahtar kavramları da yapıt ve sanatçılar üzerinden analiz ederek yapısöküm yöntemini anlaşılır kılmaya çalışıyor.  

Elektronik Çağ ve Yeni Medya Sanatı

60’lardan beri aşama aşama sanatın teknolojiyle olan ilişkisinde önemli değişimler kaçınılmaz hale gelmiştir. Teknoloji yaşama dahil oldukça sanatın da içine nufuz etti. Dolayısıyla da kitap, teknolojinin gelişmeye başladığı ilk dönemlerden bu yana  ortaya çıkan yapıt, düşünce ve sergilere yer vererek, kamusal olanın, sanatın nesnesizleşmesi ile olan ilişkilerine de yer vermektedir. Elektronik çağ olarak da nitelendirilen bu dönemin başından beri sanatın teknoloji ve yeni medyalarla olan ilişkisi de arttı. 60’lar ve 70’ler boyunca açılan başta Software, Exploration, İnformation ve Stedelijk Müzesi’nde açılan Kinetik Sergi’leri olmak üzere, daha birçok sergi, Op-Art içinde değerlendirilebilecek birçok grup ve Documenta sergileri teknolojiye ve yeni malzemelere dönük ilgiyi küvvetlendirdi. Bu eğilim ve etkinlikler “sanatsal bir çabanın ille de nesneyle sonuçlanması gerekmediğini ileri sürerken, sanatın nesnesizleşmesini savunan 1960 ve 70’lerin avangard sanat hareketlerinin bir parçası olarak değerlendirilmiştir” (s:87).

Rıfat Şahiner, yeni medya kavramını ele alırken ‘herşeyin sorunsuzca yanyana durduğu’nu ifade eden Danto’nun sanatdünyaları kavramını hatırlatarak ‘birbirine paralel olarak gelişen çok sayıda sanat dünyası (artworlds)’ndan söz etmenin mümkün hale geldiğini’ söylemekte (s:113).  Yazar, Yeni Medya Sanatı’nın ilişkisellik, açıklık, ulaşılabilirlik, paylaşılabilirlik, katılımcılık gibi yönleri üzerinde durarak, özellikle de DocumentaX‘nun ilgiyi metne ve politik olma durumuna çekmesini, Kosuth’un Felsefe Sonrası Sanat  metnine göndermeler yaparak tartışmaktadır.  Şahiner, Rosalind Krauss’un günümüzde gerçek avangardın temsilcilerinin nesnesiz sanat yapan sanatçılar değil, Ruscha, Kentridge, Coleman ve Marclay gibi sanatçıları göstermesini ya da yeni medya sanatçılarını ‘sözde hak iddia eden’ sanatçılar olarak görmesini eleştirerek  ‘gereksiz bir karşıtlık ve değerler hiyerarşisi yarattığından’ da bahsetmektedir. Ayrıca  Nicolas Bourriaud’nun ilişkisellik ve deneyimi öne çıkaran İlişkisel Estetik kavramının dijital medyaların sunduğu bu yeni ortam için kullanışlı ve uygun bir bakış sunmasına (Roy Ascott’un telematik sanat anlayışı) karşın Bourriaud’nun yeni medya olgusuna şüpheyle bakmasını, malzemeye dayalı sanatta ısrarcı olmasına kuşkuyla bakılması gerektiğini vurgulamaktadır (s:120-125).  Özetle Şahiner, Bourriaud’ın savları ile yeni medya sanatı arasındaki güçlü ilişkileri ve parallellikleri  ortaya koyarak örnekler ile açıklamakta, ancak onun bu sanatı sahiplenmemesini şaşırtıcı bir durum olarak yorumlamaktadır (s. 125). 

Piyasanın İşlevsizleştirdiği Sanat

Günümüz sanatının en önemli ve neredeyse yıllardır tükenmeyen tartışmalara konu olan yönlerinden birisi de, sanatın piyasa ile olan bitimsiz ilişkisidir. Daha doğrusu tartışmalı ve bol soru işaretlerini içinde barındıran ilişkisi. Bu ilişkinin sanatın bağımsızlığını gölgelediği öteden beri tartışılmakta ve bu, bugünkü sanatın esaslı sorunlarından birisi olarak görülmektedir. Şahiner de bu sorunlu ve önemli ilişkiyi incelemekte ve örneklerle tartışmaktadır. Bugün geldiğimiz noktada piyasanın ‘ehlileştirme’  potansiyelinden hiçbir karşı sanat tasavvurunun kurtulamadığı ortada. Bu nedenle de, en önemli sanat  etkinliklerinin sponsorları da sistemin devamını arzulayan işadamları değil midir?.. Şahiner, “Özellikle 1960’ sonrası avangardist sanat hareketlerinin çoğunca sistemi eleştirmek bir yana giderek pazarı yönlendiren patronların istemlerine hizmet ettiği gözlemleniyor” (s.129) diyerek, sanat pazarının çarpıklıklarını, sanat nesnelerinin elden ele dolaşarak içine düşürüldüğü çelişik durumu gözler önüne seren Hanc Haacke’nin bile, patronlarca satın alınarak işlevsiz bir hale’ (s.129) getirilmesinin bu durumun en tipik örneği olduğunu dile getiriyor.

Sermayenin küreselleşmesi ile öne çıkarılan tüketim kültürü, herşeyin tüketilebilir bir deneyim olarak sunulabilmesini sağladı. Doğal olarak da bu tüketimin kentlerin çeşitli şekillerde pazarlanmasıyla öne çıkarıldığı görülmekte. Sanat, bu pazarlama stratejisinde ‘gündelik hayatın estetikleşmesi’  ve ‘aurasından yararlanılması gereken’ bir rol üstlenmiştir. Festivaller, bienaller, fuarlar, kamusal mekan ve kentsel dönüşüm projeleri, kentleri adeta yeniden yaratmakta ve biçimlendirmektedir. Bu eylemlilikler üzerinden kent yeniden tanımlanırken, sponsorların beklentisi ise ekonomi içindeki yerlerini pekiştirmek, kurumsal kimliklerini daha fazla görülür hale getirmektir. Tüm bunların batılı bir bakış açısıyla kurgulandığını da gözden uzak tutmayan Şahiner, 10. Documenta’nın Küratörü Catherina David’e sorulan ‘Batılı olmayan sanatçıları neden etkinliğe davet etmediniz?’ sorusuna küratörün verdiği “….ele aldığımız acil kültürel sorunlara Batılı olmayan toplumların yanıt verebileceğini sanmıyorum” (s:.133) cevabıyla bu ilgiyi somutlaştırır. Kitapta, bir yönüyle ‘politik bir gösteri’ye dönüşen, konjonktürü belirleyen bu etkinlik ve organizasyonların, ticari bağlardan kopuk,  bir dizi ilişkiden bağımsız düşünülemeyecek batılı bir kanona göre işlediği örneklerle incelenmektedir.

Ülkemizde  ise sanatta sponsorlukları ile bilinen Eczacıbaşı ve Sabancı grupları üzerinden, yurtdışında ise, Lee Bul, Huang Yong Ping, Jeff Koons, Damien Hirst, Tracy Emin gibi sanatçılar ile sponsorlar ve ticaret arasındaki ilişkileri örnekleyen yazar, bu ilişkilerin niteliğini  tartışarak görülür kılmaya çalışmaktadır. Sanat ve sermeye arasındaki bu ilişkilerinden ötürü meydana gelen değişimin sanatı daha fazla piyasaya bağımlı hale getirdiği öteden beri tartışılan bir durum. Tüketim kurallarına göre işleyen bir sanat sermaye ilişkisi kuşku yok ki kültürel alana müdahaleyi meşru hale getirerek, sanatın eleştirel ve bağımsız duruşunu ortadan kaldırmaktadır. Bu da günümüzün üstesinden gelinmesi gereken sorunların başında gelmektedir.

Sanat ve piyasa ilişkisinde son zamanların daha çok görülür ve tartışılır hale gelen kavramlarından birisi de tasarımdır. Sanatın bir meta olarak piyasada önemli bir dolaşım nesnesi haline gelmesi, zaten piyasada olan tasarım ile olan benzeşimi arttırdı. Hatta bu farkı  görülmez hale getirerek önemsizleştirdi. Piyasa lehine tezahür eden bu ilişki, sanatın ticarete angaje olmasını sağladı. Zaten genelde de ticarete hizmet etmeyen sanat pratikleri de neredeyse yok artık. Ticaretin beklentilerine göre yeniden yapılandırılan sanat, kitabın önemli tartışma konularından birisi… Çağdaş yaşam ve pazarlama stratejileri, tasarım aracılığıyla estetik bir yapıya kavuşurken, kuşku yok ki başrolü sanat üstlenmekte. Dolayısıyla da Şahiner, Warhol’dan esinlenerek soruyor ”Bugün bir modern sanatlar müzesi ile bir mağaza arasında nasıl bir fark vardır? “(s.148). Lüks mağazalar bugün, sıradan bir ürünü bile sanat eserinin sahip olduğu aura ile satışa sunuyor. Onun titiz, özenli ve biricikliğine özenerek... Öte taraftan tasarımın albenili ve çekici cazibesi de, galeri mekanlarını işgal ederek izleyenlerin neşeli ve eğlenceli zaman geçirebilecekleri mekanlara dönüştürülüyor. 

Kültürel Farklılık ve Beden Politikaları

Küreselleşme ile birlikte batı dışı sanat formlarının artan dolaşımı, kültürel farklık ve kimlik  temsiliyeti gibi sorunları tartışma zeminine dönüştürmüştür. Yazar bunun ‘geç kapitalist süreçte her zaman tüketilmek üzere paketlemek için farklılık içinde metalaşmış olma potansiyeline’ sahip olduğunu belirterek karşıt görüşler ve sanatçılar -özelikle de Murakami ve superflat sanat anlayışı- üzerinden küreselleşme ve sanat arasındaki ilişkileri irdelemekte.

Şahiner kitabın son bölümünde, performans ve fotoğraf üzerinden,  beden, kimlik, post-feminizm, cinsiyet politikarı gibi son dönemlerin tartışmalı sorunlarını incelemekte. Kimlik eksenli tartışmaların, feminist söylemin, beden politikalarının modernist idealizasyonundan sıyrılarak, travmatik bir morfolojiye bürünmesi, yeni tartışma zeminleri

oluşturmuştur.  Cinsiyetçi yaklaşımlar, öznellik ve varoluş stratejileri, çağdaş performans sanatının geçmişteki bakışlarla anlaşılamayacağını ortaya koymaktadır. Şahiner, başta Amilia Jones, Judith Butler, Jacques Lacan, Elizabeth Grosz, Arthur Danto, olmak üzere farklı düşünürlerin görüşlerinden hareketle hibritleşen, canavarlaşan, kanlı fantezilerin gösterisine dönüşen ve travmatik kültürünün patolojik bir yansısı olan çağdaş performansı irdelemekte ve günümüz sosyolojisiyle de ilişkilendirerek anlaşılır kılmaya çalışmaktadır. Kitabın bu bölümünde, özellikle Ana Mendieta ve Nan Goldin’in fotoğraflarında ortaya çıkan  travmatik vakalar, zorbalık, dayak, beden üzerinde tahakküm kurma, şiddet, cinayet, tecavüz gibi toplumsal olgular ele alınmakta ve çağdaş toplumun patolojisi görünür kılınmaktadır.

Özetle Rıfat Şahiner’in ‘Çağdaş Sanatta Temsiliyet Krizi’ kitabı, çağdaş sanatın sorunlu alanlarına girmekte; sorun olarak görülen ve hala gündemi meşgul eden konulara el atmakta; düşünce dünyasını meşgul eden argümanları, düşünürlerin ve sanatçıların yapıtları bağlamında tartışarak düşünce dünyamıza yepyeni katkılar sunmaktadır. Ele aldığı sorunların güncelliği ve bu sorunların halen varlığını sürdürüyor olması, kitabı ayrıcalıklı ve önemli bir yere oturtmaktadır. Türkiye’de çağdaş sanat üzerine kaleme alınmış kitapların neredeyse parmakla sayılacak denli az olduğu düşünüldüğünde ‘Çağdaş Sanatta Temsiliyet Krizi’nin oldukça önemli bir eksikliği giderdiğini, Türkçe’de bu kapsamda bir araştırma yapmanın güçlüğü göz önüne alındığında bu kitabın sanat dünyamız ve akademik çevreler açısından, en önemlisi de sanat ve tasarım öğrencileri açısından ne denli önemli olduğunu belirtmeden geçmeyelim.