Hayri Esmer'in Resme ve Kendi Resmine Dair Düşünceleri
Gülgün Başarır: Dokuz Eylül Üniversitesi’ne Kazım TÜRKER tarafından kazandırılan Kazım Türker Sanat Galerisi’inde bir sergi açtınız. Galeriyi biraz anlatabilir misiniz?
Hayri Esmer: Ortalama beklenti ve standarların üstünde, bir üniversite içinde olabilecek en profesyonel yaklaşımla kurgulanmış ve hizmete açılmış bir galeri olduğunu söyleyebiliriz. Eğitim ortamında böyle bir girişimin hem öğrenciler hem de kent için büyük bir kazanım ve katkı getireceğini belirtmem gerek. Üniversitelerin sanat ile ilişkilerinde derin bir kriz içinde olduğunu ve zor günlerden geçtiğini düşünenlerdenim. Bu anlamda, aynı fakültede peş peşe açılan iki galeri, hem Kazım Türker Sanat Galerisi hem de Nafi Güral sanat Galerisi umutlandırdı beni; ve bir bakıma düşündüklerimin tersini ortaya koydu. Mekanın fiziki yapısı, ferah oluşu, yapıt ile ilişkiyi önceleyen derin bir boşluğa sahip olmasıyla ideal bir mekan olduğu söylenebilir. Öte taraftan belki de en önemli özelliği, bir işletme stratejisine sahip olması diye düşünüyorum. Ticari kaygıları olmayan, bu nedenle de sanatçıyla ilişkilerinde güven veren, etkili ve sıradışı bir sunumu önemseyen ve mekanın yeniden kurgulanması da dahil, çağdaş dünyadaki benzerleriyle ortak bir niteliği yakalamaya çalışan bir çaba var. Kitap formatında hazırlanan kataloğun tasarım ve güçlü içeriğe sahip olduğunu da belirtmekte yarar var. Tabi ki tüm bunları, sanat dünyasının içinde olan ve çağdaş oluşumları yakından bilen, kurumun birikimli dekanı Prof. Mümtaz Sağlam ve Prof. Gülay Yaşayanlar ile profesyonel ekibi sayesinde gerçekleştiğini de belirtmek gerek. Onların bakış perspektifi olmasaydı, bu düzey yakalanamazdı sanırım. Serginin Küratörlüğünü Mümtaz Sağlam üstlendi. Serginin kurgu aşamasından bu yana herşeyi düzenli bir işbirliğiyle oluşturduk. Mümtaz Sağlam çalışmalarımın seyrini ve bugün geldiği noktayı yakından bilen ve izleyen biriydi. Bu durum, gerek sergiyi kurgularken ve düzenlerken, gerekse katalog oluştururken son derece verimli oldu. Aslında 2000’li yıllardan sonra yaptığım ancak sergilemediğim çok sayıda çalışma vardı elimde. Mekanı da dikkate alarak bir tercih yapmamız gerekiyordu. Bu anlamda göstermek istediğimiz çalışmaların çoğunu katalogda kullanmayı tercih ettik; bunların içinden de mekanı ve çalışmaların birbiriyle ilişkilerini, diyaloglarını dikkate alarak, ağırlığını ‘Labirentler’ serisinden oluşan bir seçki oluşturduk. Keza katalog için Mümtaz, bilindik uslubuyla eserleri içeriden okuyan ve değerlendiren, kanaatimce etkili olan bir yazı kaleme aldı. Yine Gülay yaşayanlar ile de bir söyleşi gerçekleştirdik. Böylece okuyucuya da hitap edecek metinler oluştu.
GB: Boşluk ve Sınır başlıklı bu serginizde, Boşluk ve Sınır gibi iki farklı alandan iki kavram kullanıyorsunuz. Boşluk resmin problemi, Sınır ise bana göre coğrafi, siyasi ve sosyolojik bir kavram. Bu iki kavramı hangi bağlamda kullanıyorsunuz?
HE: Her iki kavramı da günümüzü tanımlayan metaforlar olarak düşünüyorum. Çalışmalarımda, yaşadığımız zaman ile soyutlamalar bağlamında ilişkileri görünür kılmak istiyorum. Bu anlamda boşluğu, hem resmin kendi problemi hem de sosyolojik ve ruhsal dünyamıza ait bir kavram olarak görüyorum. Nitekim bu son dönem resimlerimde mekan ve mimari unsurları, kozmik bir boşluk içinde kullanmam, zemini ve tavanı olmayan, içinde dolaşılabilen, bir alandan ötekine geçilebilen ve bu yapısal unsurların bitimsiz bir şekilde resmin dışında da devam eden sonsuz bir süreç olduğu anımsatılmakta. Boşluk ve bunun içinde sonsuza dek büyüme potansiyeline sahip bir mekan sözkonusu. Bu anlamda boşluk kavramını, belirsiz ve öngürülemeyen bir gelecek tasavuru şeklinde tanımlamak doğru olur herhalde. Bir ‘geleceksizlik’ öngürüsü yani… Bu ‘geleceksizlik’ tasavvuru labirent düşüncesi ve çağrıştırdıklarıyla da paralellik oluşturmaktadır. Bu tahayyülün yapay sınırlar ile oluşturulduğu ve gittikçe de büyüdügü ortada. Sınır kavramını da bahsettiğiniz anlamda, düşünce dünyamıza ve kültüre ait zamansal bir kavram olarak düşünüyorum; geçici ve yapay… Bu nedenle resimlerde, mimariye özgü güçlü, dayanıklı ve kalıcılık hissi veren bir duvar imgesi yok. Olasılıklar, rastlantılar ve kendiliğindenlik üzerine kurulu, düzen telkin etmeyen bir sınır söz konusu… Dönüşmeye ve yok olmaya yatkın bir sınır. Nihayetinde yaşadığımız dünya, yapay, geçici ve zamanla ‘değersizleşecek’ sınırların olduğu bir dünya. Düşünce olarak da beni bu tahrik ediyor aslında. Sınırların dünyamıza katkısı nedir? Hayatımızı ve özgürlüğümüzü nasıl etkiliyor?
GB: Bu sergide yer alan Labirentler olarak isimlendirdiğiniz resimlerinizde iki boyutlu yüzeyde bir yanılsama alanı olan üçüncü boyut, derinlik eklemlenmiş görünüyor. Pencereler serisinde resmin problemi olan ışığı kullanarak, aydınlık ve karanlığı yüzeyde ifade etmiştiniz. Parçalı Olma Hali isimli serginizde ise resmin problemi dışında, farklı renkli tuvalleri yan yana eklemleyerek birleştirmiştiniz. Parçalı Olma Hali Psikolojik bir hali düşündürüyor. Değerlerin, insan hayatlarının parçalandığı gerçeği eklektik bir zihniyet yapısını işaretliyor. Resmin resim olma haline, biçimsel bir düzenleme ile müdahale ederek resmin bizatihi kendisi dışında eklektik bir düzenleme ile yüzeysel bir değişim gerçekleştirdiniz. Bu bağlamda baktığımızda sizce değişim nedir?
HE: Kuşku yok ki değişim, içinden geçilen zaman ve öznenin buna karşı geliştirdiği tutumla ilgili birşey. Bir bakıma, zaman değiştirme hali de diyebiliriz. Bir zamandan ötekine geçiş ya da zamanlar arasında dolaşarak diyaloglar ve ilişkiler ortaya koyma işi. Bugün en fazla yapılması arzu edilen şeydir aslında. Bu anlamda değişim insan olduğumuzu duyumsatan bir durum. O olmasa hayat katlanılmaz derecede sıkıcı bir hale gelirdi herhalde. Sanat aslında bu ihtiyacımızı besleyen en önemli olgu. Ben de kendi sanat deneyimimi sözkonusu ettiğiniz bu değişim/dönüşümlerle dinamik kılmaya; süreç içinde farklı sorunları, farklı bağlamda sormaya ve kendime sınırlar koymadan cevaplar bulmaya çalışıyorum. Bu da değişimi zorunlu hale getiriyor ve kendimi sürekli yenilememi sağlıyor. Yol alabileceğim farklı güzergahları olanaklı kılıyor ve seçeneklerimi artırıyor. Kendimizi ve yaptıklarımızı sürekli sorgulayarak yola devam edebileceğimizin mümkün olduğuna inanıyorum. Bunun dışında bir seçeneğimiz yok aslında.
Bu anlamda değişimin geleneksel kodlarla tanımlanamayacak bir yapıda olması benim için değerli ve ayrıcalıklı. Bugüne ait olabilme, yaşadığım coğrafyanın ve zamanın izlerini taşımayı önemli görüyorum. Değişim için kuşku yok ki, mutlak kesinliklerden uzak bir anlayışı benimsemek gerek. Bu anlamda, belirsizliği ve muğlak olmayı önemli ve değerli görüyorum. Tüm değişim ve oluşum süreçlerinin de bu belirsizlikte ve tanımlanamayanda gizlendiğini düşünüyorum. Değişime inanıyorsak, tüm birikimlerimizi tanımlanamayan lehine yok etmeyi de göze almak lazım.
GB: Boşluk ve Sınır isimli bu serginizde resimleriniz temsiliyet yüklenmiyor. Kullandığınız renkler renk olmanın ötesinde her hangi bir anlam taşımıyor. Resimlerinizin “etki odaklı” olduğunu söylüyorsunuz. Bu kavramla ne demek istiyorsunuz.?
HE: Evet temsil resmi yapmıyorum. Böyle bir resme yakınlığım ve sempatim hiç bir zaman olmadı. Nesneler dünyası beni pek cezbetmiyor. Bunun yerine yapıtı deneyimlemenin daha güçlü ve ikna edici olduğunu düşünüyorum. “İç dinamizmi yüksek derin bir ruhsallık sunabilir mi?” beklentisiyle yaklaşıyorum resme. Dolayısıyla da tamamen soyut kavramlar, düşünceler, tasavvurlar ve bunların ilişkileri üzerinden yol alıyorum. Bu bakış bana daha yoruma açık, belirsiz ve ‘kaotik’ geliyor. Resmim birbirine karşıt iki yapısal unsur üzerinden yürüyor: geometri ve şiirsellik. Bu anlayışın ve geleneğin 20. yüzyıldaki dinamiklerini önemsiyor; bunun günümüz gerçekliğiyle ilişkilerinin, dil açılımlarının bana deneysel olanaklarını sunduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda rengin sadece kendisi olduğu ve bunun dışında bir anlam taşımadığı düşüncesini anlayış açısından önemli görüyorum. Ancak son 7-8 yıllık renk tercihimin içinde yaşadığımız süreçten ve toplumsal ilgilerden bağımsız olduğunu da düşünmüyorum doğrusu. Çünkü renk, yarattığı etkiyle çok önemli bir dinamizm ve enerji üretiyor. Tüketim kültüründe ve tasarım dünyasında, renk faktörü en uç noktasına kadar kitleleri ikna etmek için kullanılmakta. Öyle ki renk bazen gerçeği gizleyen, görünmez kılan bir kimliğe bile bürünebiliyor. Yani bir manipülasyon aracı da olabiliyor. Dolayısıyla son yıllarda rengi, daha çok bu gerçeklikle bağlantılı sosyolojik bir olgu olarak görüyorum. Öte taraftan bu durumla ilişkili olarak sizin de bahsettiğiniz ‘etki odaklı’ bir resim için de renk önemli bir araç. Resmin en nihayetinde, izleyeni etki altına alan, kuşatan ve ruhsal dünyamızda kalıcı izler bırakan bir yönü olmalı. Etki odaklı derken de yapıtın izleyenle ilişkisinde, tüm bileşenleriyle baskın bir güç olması beklentisi içindeyim. Bu nedenle de sadece renk değil, kütlesel biçimlerin ilişkileri, bunların yarattığı gerilim, boşluklar, keza lirizm ve boyutun da getirebileceği katkılar olduğunu ve etkiyi artıran araçlar olduğunu görüyorum.
GB: Labirentler isimli resimlerinizde, keskin köşeli, ardarda birbirine paralel farklı renkli, kalınlığı olmayan yüzeyler kullanılmış. Bu farklı renkli yüzeyler birer sınırı işaretliyorsa, resimde varolan üçüncü boyut görünüştedir. Resmin gerçek “derinliği” yoktur. O halde Labirentler isimli resimlerdeki “derinliksiz derinlik” duygusu toplumsal olarak sığlığın meteforu mudur? Bu durum farklı varyasyonlarla Labirentler isimli resimlerde tekrarlanarak herşeyin mübah olduğu bir sınırsızlığın göstergesi haline mi geliyor? Yoksa soyut düzenlemeler Labirentler ismiyle bir temsiliyet mi yükleniyor?
HE: Bu ilginç bir çıkarım doğrusu… Hiç bu açıdan bakmamış ve böyle düşünmemiştim; ancak hayata dair bu tür düşüncelere sahip olmadığımı da söyleyemem. Bu gerçekliğin de bir biçimi olmalı mutlaka. Eğer resimlerim böyle bir algı oluşturuyorsa sevinirim. Ben aslında bu resimlerde, içinden geçtiğimiz, sorunlar yumağına dönüşmüş ve çıkılmaz hale gelen sürecin metaforu ne olabilir sorusundan hareket ettim. Rasyonel olanın uzağına savrulduğumuz ve yolumuza devam edebilmede epeyce zorlandığımız bir süreçten geçiyoruz.. Kurgunun gösteriye dönüştürülerek, gerçekmiş gibi kitlelerin ikna edildiği, özgürlüğün tekçi düşünceye dönüştüğü, kültürel hayatımızın gittikçe fakirleştiği ve daha da fakirleşeceği gerçeği gün gibi ortada. Çok boyutlu bir açmaz ile karşı karşıyayız yani. Bu sorunların içinde her gün daha fazla bocalıyor ve bir türlü yol alamıyoruz. Öte taraftan ne bu sorunlarla birlikte yaşamak istiyoruz, ne de bunların içinden çıkabilecek, bunları aşabilecek bir deneyim kültürü üretebiliyoruz. Bir kısır döngü adeta. Dolayısıyla labirent, benim için bu ruhsal iklimin bir metaforu; bir geleceksizlik öngörüsü; içinde çokça soru barındıran bir umutsuzluk tasavvuru.
GB: Resim kendini mi aşmaktadır? Yoksa kendisi olmaktan vazgeçmekte midir?
HE: Çok komplike ve uzun cevap gerektiren bir soru. Ayrıca bakış açınıza göre, her iki argümanı da güçlendirecek çokça veri var elimizde. Burada ‘esas’ resmin ne olduğu her zaman tartışmalı bir durum. Esas olan yok aslında. Ayrıca ‘resmin kendisi nedir?’ sorusunun da bugün geniş çerçevede kesin bir cevabı yoktur. Aslında resim, kendisini ‘bulmak’ ve ‘yeniden tanımlamak’ için resim nedir? sorusunu sorduğunda, yani temsilden vazgeçtiğinde, ‘kendisi’ olmaktan vazgeçti. Sizin de bildiğiniz gibi bu, 19. yüzyılda Empresyonizm ile başlayan bir süreç. 20. yüzyıl boyunca da onun aşama aşama evrilişini ve bugüne gelişini izliyoruz. Bu süreç kimine göre bu bir yokoluş, kimine göre yeniden varoluş. Bugün resmin artık eski resim olmadığı da kesin. Dolayısıyla bugün resim nedir diye sorulduğunda bunun bir tek cevabı yok. Bana göre her dönem ve çağ kendi kod ve gerçekliğiyle yeni bir resim yaratıyor. Bu anlamda bugüne baktığımızda, malzeme ile, mekan ile ve düşünce ile yeni ilişkilerdirmelerle sınırlarının epeyce genişlediği, dolayısıyla da bazen kendini aştığı, bazen diğer disiplinlerle ilişkilerinden dolayı başka bir şeye dönüştüğü, bundan ötürü de kendisi olmaktan vazgeçtiği algısı yaratması şaşırtıcı değil. Ancak bu dönüşümler nereye evrilirse evrilsin, hangi malzemeyle diyaloğa girerek ‘kendisi’nden ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, yüzey üzerine boyama eylemi hala en şaşırtıcı ve ilgi çekici yöntem gibi duruyor. Benim onu tercih nedenim de bu zaten.
GB: Sizce sanat nedir? Sanatı nasıl tanımlarsınız? Sanat bir illüzyon mudur?
HE: Bugün sanata sınır biçmek ve onu tanımlamak olanaksız gibi birşey, özellikle sanatın ne’liğine ve estetiğe ilişkin ilk sorgulamalardan sonra… 60’lardan itibaren yaşanan süreci, malzeme ve yaşamla daha fazla iç içe giren, hatta nesnesizleşen, salt düşünceye indirgenen yaklaşımları ve bugünkü uzantılarını düşündüğümüzde o kadar çok şeye sanat denilebilmektedir ki, ayırdedici sınır oluşturmak zor.
O nedenle ben bugün, sanatı, düşünce ve eylem ilişkisinden, yaratıcı ve ikna edici bir sonuç çıkarma işi olarak görüyorum. Bu eksende, yaratıcı ve biçimsel açılımlar sunabilmenin sanat olabileceğini düşünüyorum. Sanatın vazgeçemediğimiz iki yönü düşünce ve pratiktir. Bu da özellikle 20. yüzyılda dil sorununa indirgendi. Dolayısıyla da, dil varsa sanat vardır. Dil çeşitliliğinin günümüzde sınırsız bir şekilde çoğalmasının nedeni bu olsa gerek. Sanatın kurgusal beceri ve yanılsama yönüne vurgu yapılarak onun bir illüzyon olduğu söylenebilir elbette. Ancak sanat bu yönüyle aslında bize ikna edici bir yaşam tasavvuru sunuyor, yaşadıklarımızdan farklı ve onun ötesine geçebilecek bir tasavvur. Yaşamımızı anlamlandıran onun hakkında yorumlar ortaya koyan ve onu dönüştürebileceğimiz zemini oluşturan. Tüm bunlarla da nihayetinde yaşamı anlamlı ve değerli hale getiren birşey. Burada belirleyici olan bana göre içinden geçilen sürecin ta kendisidir. Dolayısıyla onun ne olduğunu zaman belirler. Içinde yaşanılan zaman. Bugüne geldiğimizde ise, gerçek ile olan ilişkimizin koptuğu ve onu yitirdiğimiz bir dünyada yaşamaktayız. Yaşadığımız herşey aslında öznenin bir kurgusu ya da bu kurgunun bir parçası. Bu kurguyu gerçekmiş gibi gösterebilme becerisi belki de en iyi sanat. Yani en iyi sanatçılar pekala, sanatın dışından birileri de olabilir. Bu açıdan hayata baktığımızda gerçeğe temas edebileceğimiz en güvenilir kaynak bana göre duyularımızdır. Gerçek olan tek şey, hissettiklerimiz ve duyumsadıklarımızdır. Ben de bundan ötürü, duyumsamaya ve hislerimize hitap eden bir resmi tercih etmekteyim. Lirizmi ile, rengi ile, formu ile…
GB: Sanattaki ustalık neye hizmet eder?
HE: İkna gücünü artırmaya ve kendisine hayran bırakmaya hizmet ettiği muhakkak… Hayran kalmak, şaşkınlık geçirmek ve büyülenmek insanlara her zaman ve kolay kolay duyumsayamayacağı bir hazzı vermektedir. Ustalık ve yoğun emek gerektiren bir çaba tüm kültürlerde değerli ve kutsal addedilmektedir. Bunun yapıtta da önemli bir karşılığı vardır. İzleyeni yapıtın içine çeken, yapıta bağlı kalarak onunla zaman geçirmesini sağlayan en önemli unsurdur. Bu nedenle yapıt için neredeyse vazgeçilemeyen bir özelliktir. Bunun temel nedeni de, ustalığın her zaman içinde ulaşılmaz ve gizil bir güç barındırmasıdır. Dolayısıyla ustalık merak uyandırabilir. Nasıl yapıldığının bilinmemesi, anlaşılamaması ya da emek gerektiren bir algı oluşturması, yapıtı gizemli kılabilir. Ancak ben bu yöntemlerin yaratıcı yorumlarla ve güncel olanla örtüştürüldüğü durumda değerli hale gelebileceğini düşünüyorum. Kaldı ki, salt ustalığa dair yaklaşımların bugün büyük ölçüde aşıldığını düşünüyorum. Sanatta ustalığın tek başına önemli bir değer olamayacağını, 60’lardan sonra gelişen süreç ortaya koydu zaten. Bu anlamda ustalığın, düşünce, dil ve bağlam ile birlikte kullanıldığında kabul edilebilir olduğunu görmekteyiz. Aslında ben de ustalığı bu şekilde kullanma çabası içinde olduğumu söylemeliyim. Örneğin, iki metreyi aşan ince çizgileri fırçayla çizmek böyle bir durum.
Gülgün Başarır, “Hayri Esmer’in Resme ve Kendi Resmine Dair Düşünceleri” İzlekler Sanat ve Kültür Dergisi, 2 Şubat 2018