Popülizm ya da Kriz Çağı
Günümüze ‘popülizm çağı’ demek olanaklı mıdır? Elitist yaklaşımların terkedilmesi; geniş kitlelerin hayatın birçok alanına dahil olması; onların beğenilerine vurgu yapılması ve her kitle eğiliminin sözde de olsa göklere çıkarılmasının popülizm ile nasıl bir ilgisi vardır? Bunlar çoğulculuğu mu, popülizmi mi işaret ediyor? Yoksa kapitalizmin yeni bir formu mu? Bu yönelim, geniş kitlelerin yeniden keşfi mi? Peki sık sık demokrasi krizinden bahsedilmesinin anlamı ne? Yoksa kitlelerin varsayılan talepleri üzerinden hazırlanan yeni bir otoriterliği mi yaşıyoruz?
Popülizm, modernizm sonrası, geniş kalabalıkların yaşama dahil olması sonucunda önem kazanmış; ve geniş bu halk kesimlerinin yaşama alışkanlıklarına, beğenilerine, sıradan olana verilen önem ile varlığını önemli hale getirmiştir. Kitlelerin gözardı edilmemesi, onlara ait olanın da değerli olduğu inancı üzerine kendisini inşa etti. Bu, görünüşte önemli ve kayda değer bir katkı idi. Nitekim Farklılıkların keşfi önemli ve dikkate değerdi. Ancak kitlelerin çoğu kez incelikten yoksun, düşünülmemiş, yüzeysel olan kültürel alışkanlıkları ve beğenileri ile karşı karşıya kalmamız da bu gerçeğin başka bir yüzü idi. Popülizm bir çeşit ucuzculuk şeklinde cereyan etmektedir. Ne zaman popülizm sözkonusu olsa karşımızda bir kamuoyu ve onun üzerinden söylemler üreten özneler de söz konusudur. Kitlelerin sempatisini kazanacak her düşünce ve eylem, onlardan biri algısı oluşturacağından dolayı kamuoyuna hitap etmek durumunda olanlar ihtiyaç duydukları desteği sağlamak için popülizme sığınmıştır. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, günümüzdeki gibi neredeyse herşeyin uzmanlık, bilgi ve deneyim gerektirdiği bir çağda yeterli donanıma sahip olmayanların deneyimleri çoğu zaman işe yaramayacaktır. Bu, elbette kitlelerin ötelenmesi anlamında değil, olası sorunların kaynağını işaret etmek için önemlidir.
Tüm negatif özelliklerine karşın popülizm, 20. yüzyılda önem kazanmasıyla kasıp kavurucu bir şekilde birçok kesimi etkisi altına almıştır. Kurumlardan tutun, onların stratejilerine, üniversitelere ve hatta aydınlara kadar pek çok kesim kendisini bu bağlamda yeniden tanımlamıştır. Kendisini ceo olarak görmek isteyen bir rektör, iktidara sadakat sergileyen bir yazar, ya da iktidarı referans alıp ondan güç alacağına inanan bir entelektüel(!)… Günümüzde popülizm her ideolojiden insanın sığınabileceği ve kendini güvende hissedebileceği bir liman olabilmektedir.
Demokrasi Kültürüne Katkı mı?
Popülist yaklaşımların, sanatı, kültürü ve herşeyden de önemlisi bilginin demokratikleşmesi ve ulaşılabilir olması yönünde önemli bir kazanç sağladığı muhakkak. Eğer bu ulaşılabilirliği halkın sanat kültürü ile ilişkisinde bir zenginleşme olarak göreceksek bu fazlasıyla gerçekleşmektedir. Bienal, fuar ve sergileri gezen; müzayedelerle ilgilenen; okuyup araştıran, kısaca sanatı hayatının önemli bir parçası haline getirmek için çaba harcayan bir kitlenin olduğu söylenebilir.. Sanata ulaşmak, hakkında bilgilenmek her zamankinden daha kolay; sahip olmak bile… Ancak bunun sanatın çoğulcu doğasının gereklerine uygun bir demokrasi kültürüne ne kadar katkı getirdiği kuşkuludur. Bu ilginin sosyal medya paylaşımları yüzeyselliğinde, basında ise haber olma sınırının ötesine geçemediği, yani içselleştirilemediği görülmektedir. Görsel kültürün doğasına özgü derinliksiz düzlem, hayatın heryerinde. Özellikle bizim gibi toplumlarda bunun populist bir ilgi olduğuna ilişkin güçlü veriler bulmak zor değildir. Popülizmin egemen olduğu bir toplumda hayatın yüzeyselleşmesi kaçınılmazdır. Bu yüzeyselleşme de olsa olsa anti demokratik, hoşgörüden ve ötekini anlamaktan uzak, çatışmacı bir ortama zemin hazırlayabilir. Ülkemizde son yıllarda oluşan kutuplaşmanın bu popülist yaklaşımlardan beslendiğini de gözardı etmemek gerek. Çünkü popülizm iktidar ile başlayarak toplumun diğer kesimlerine dalga dalga yayılır; ve bir eylemi kendi doğasından uzaklaştırıp, siyaseten var eder. Onu söylemlerle etkili kılıp, eylemin içini boşaltarak sembolikleşen bir tutum olarak yaşamaya devam eder.
Bundan dolayıdır ki günümüzde geniş kitleler derinlikli ilişkiler yerine kendi yüzeyselliklerinde bir sanata/hayata ihtiyaç duymaktadırlar. İlgileri de daima sıradan, eglenceli, şaşırtıcı ve ilginç olandan yanadır. Doğal olan ilişki de budur zaten. Bu ne iyi, ne de kötü bir şeydir. Yalnız burada sıkıntılı ve tehlikeli olan şey, kitlelerin tutumu değil, sanat ortamının bu beklentilere göre örgütlenmesi ve onların hoşnut olacakları cevabı vermesidir.
Sokaktan Feyz Almak
Gündelik hayattan politikaya, eğitimden sanata bir çok alanda “sokaktan feyz almak” işe yarar bir araç olarak revaçta ve ilgi görüyor. Nabzı tutmak açısından bakılırsa bu önemli ve vazgeçilmez, ancak çoğu kez kitleler bunu, üretilecek söylemlerin dayanağı olarak kullanır. Zaten nerede hitap edilecek bir kitle var ise, orada ‘sokak edebiyatı’ da beliriverir. Kalabalıkların sempatisini kazanmak popülizmin temel hedefidir. Kendi iktidar alanlarını genişletme arzusu taşıyanlar için bu önemli bir fırsat da olmuştur. Güçlü ve patlama etkisi yaparak görünürlük yaratan bir fırsat…. Bu durumdan en fazla hoşnut olanlar da göreceli de olsa önemli bir değer olduğu hissine kapılan ve bu tuzağa düşmeye her zaman hazır olarak bekleyen geniş halk kesimleri olmaktadır.
Bugün ne yazık ki çoğumuz, hayatın kendi gereklerinden uzaklaşmak pahasına da olsa ilkler arasında olmak, gözde olmak ve nihayetinde de çok kazanmak istiyoruz. Bu, rekabetçi, yaratıcı ve yenilikçi ruh için kuşkusuz iyi de olabilir… Ancak, yeteneklerimizin sınırlarını ve kişiliğimizin kusurlarını keşfettiğimizde de aynı ısrarı sürdürüyor oluşumuz, bizi yaptığımız işin doğasından ne yazık ki uzaklaştırmaktadır. Esas olanın yerini söylem/siyaset almakta; ve iktidar olma arzumuz herşeyin önüne geçmektedir. Dolayısıyla da sahip olduğumuz güçten bağımsız olarak ürettiğimiz söylem, hayatımızı yönlendiren bir realiteye dönüşmektedir. Başta politik mecra ve ona bağlı kurumlar olmak üzere neredeyse tüm hayat bu siyaset anlayışı ve üretilen söylemler üzerine inşa edilmekte ve tanımlanmaktadır. İşte popülizm, bir taraftan söylemlerin kitleselleşmesini ve yapay da olsa kabul görmesini sağlarken öte taraftan kitle beğenisine hayır diyememe hoşgörüsüyle, en elitist olanın bile sıradan olan ile buluşmasını sağlamaktadır.
Söylem Demokrasisi
Söylem demokrasisi, popülizm zemininde varolan, çoğu kez işe yarayan, ancak güçlü dayanakları olmadığı için bilgi toplumlarında, hele de uzun vadede inandırıcı olması zordur. Buna karşın kitleler üzerinde etkili olan bir yöntemdir. Bundan dolayıdır ki özellikle kamuoyuna bağlılık gösteren kurumlar yükselen popülizm arzusu ile ilişkilerinde şeffaf ve yaratıcı strateji geliştirmekten çok kolay gibi görünen populist söylemlere teslim olmaktadırlar. Eylemi gerçekleştirecek güçten yoksun olmak, doğal olarak söylem ve imaj üretiminin kurtuluş olarak görülmesini sağlamaktadır. Politik, sanatsal, ekonomik ve eğitsel krizler eylem ve güç arasındaki dengesiz ilişkiden beslenmektedir. Çünkü eylem güç gerektirir. Nitekim bugün en güvenilir kurumlar bile bundan ötürü ciddi bir güven kaybı ile karşı karşıya. Kitleler de söylem demokrasisinin pek de işe yaramadığını artık görebilmektedirler. Gezi eylemi bunun en iyi örneği. Yine bienallere yöneltilen sert eleştiriler bu güven kaybına işaret etmekte. Bu anlamda sanat eğitim kurumları, galeriler, müzayede kuruluşları, fuarlar, hatta müzeler gibi bir çok kurumun, kendileri hakkında ürettikleri söylem ve imajları, fiili durumun çok çok önlerinde yer almaktadır. Hiç de demokratik olmayan ve söyleme güvenerek kendi gereklerinin uzağına sürüklenen bu sanatsal kurumlar nihayetinde büyük krizlerle başbaşa kalmaktadır.
Belki artık kendisini iyice hissettiren yaşamın iki ayrı yüzünden bahsedebiliriz; birincisi söylem olarak kurgulanan, tasarlanan ve sunulan, daha doğrusu tasavvur edilen bir dünyanın kabulüne zorlandığımız yüz… Bir yaşam simülasyonu… Ikincisi yaşıyor olduğumuz, sorunları aşmakta ciddi sıkıntılar çektiğimiz hatta bir türlü aşamadığımız, takılıp kaldığımız ve nihayetinde çatışma sürecini hızlandıran fiili yüz. Kuşku yok ki hayatın bu iki yüzü hep vardı. Bugün iktidar (her tür iktidar) lehine geliştirilen söylem ile hayat arasındaki uçurum ne yazık ki açılıyor ve medya sayesinde ikna edici ve etkili bir hal alıyor. Bu durum çoğu zaman yaşıyor olduğumuz hayatı tanımlamaktan da bir o kadar uzak. İşte popülizm bu çelişkili durumu uç noktaya taşıyan ve bizi yaşamın kendisinden uzaklaştıran etkili bir araç.
Kaçınılmaz Olan Popülizm
Günümüzde popülizm, kamuoyu gücünü araçsallaştırma becerisi olarak dikkat çekmektedir. İçinde bulunduğu bağlamın siyasal, kültürel ve ideolojik farklılığı popülizm açısından hiçbir önem arzetmiyor. O her bağlamda kendi gerçekliğini dikte ettirir. Bu da, sıradan olanın önemi, yüceliği ve onun kaçınılmaz olduğu gerçeğine odaklanır. Sıradan olan ile olmayan arasındaki farkın tartışmalı hale gelmesi, muğlaklaşması, popülizme hayat veren onu besleyen temel bir unsur olmuştur. Bu da postmodern olan ile popülizm arasında doğrusal bir ilişkinin olduğunu göstermektedir. Postmodernizmin, başta ötekileştirilen kitleye ve kamusal olana atfettiği önem, elitist olmayan tutumu ve daha birçok niteliği popülizmi önemli hale getirmiş, daha doğrusu ondan kaçışı zorlaştırmıştır.
Kitlenin kendisini temsil edecek araçları doğrudan üretebiliyor oluşu onu önceki dönemlerden ayrıksılaştırarak ilgi odağı yapmıştır. Kendi değerleri etrafında hızla örgütlenebilmesi, ani tavırlar ve demokratik tepki geliştirebilmesi kitlelerin lehine olan günümüze özgü bir durumdur. Özellikle sosyal medya kitle eğiliminin göstergesi olarak önemli görülmektedir. Bu, hem sanal ve keyifli bir varoluş alanı, hem herkesin kendisini mutlu edebileceği bir mecra. Ancak buradaki yaratıcı temel dinamiğin manipülasyona açık olduğunu da unutmamak lazım. Bu yönüyle de büyük bir tuzak. Ancak ne olursa olsun, sosyal medyanın nicel kodlar ile tanımlanan temel kimliği hayatımızda belirleyici olmaya devam etmekte ve çoğu kez seçkin/elitist olanı da peşinden sürükleyerek popülist bağlama çekmektedir.
Bugün yaşıyor olduğumuz kriz, aynı zamanda küreselleşme çağında, demokratik yaklaşımı gözardı eden yerel kurumların da krizidir. Sistematik yöntemlerin gözardı edilmesi; bilimsel olana daha az güven duyulması ya da ihlal edilebilmesi; daimi bir tutarlığın gösterilmemesi; kısa vadeli beklentiler için populist davranışlara girişilmesi; herşeyden de önemlisi çağdaş sanata dair yeterli donanımlarının olmaması, sanat kurumlarının güvenilirliğini önemli derecede gölgelemekte; bu kurumların küresel dünyaya eklemlenmeleri zorlaşmaktadır. Çağdaş sanatın gereklilikleri ile piyasanın gerekliliklerini demokratik bağlamda buluşturamamak krizlere davetiye çıkarmaktadır.
Iktidarını Kaybeden Eğitim Kurumları
Ülkemizde durum daha baştan, sanat eğitiminden başlayarak sorunlu bir hal almaktadır. Sanat eğitimi veren kurumların sanat ile sağlıklı bir ilişki kuramaması bir yana, son yıllarda daha da hızlanan şekilde politik referanslar ile örgütleniyor oluşu, çağdaş sanatın ve eğitiminin gereklerine göre yapılanmayı ve çağdaş sanatla kurulan ilişkileri sorunlu hale getirmiştir. Tarihsel olandan yoksun, geleneksel, yerel ve amatör düzeydeki bakış perpektifinin küresel olanı kapsaması mümkün olamayacağı gibi, genç kuşağın yaratıcı potansiyelinin de verimliliğini sağlaması da sözkonusu olamayacaktır. Ne yazık ki eğitim kurumlarımız çağdaş sanatı ve alt yapısını sistematik yöntemlerle aktarma ve bu paralelde başarılı örnekler oluşturamamışlardır. Durum bireyin kendi yeteneklerine ve bireysel çabasına terk edilmiştir. Referansı sistemli şekilde sanat olamayan bu kurumlarda sanatçı yetişemediği gibi sanat yapan akademisyenler de gün geçtikçe azalmaktadırlar. Doğal olarak da sanat eğitimi kurumları sanat ortamı üzerindeki belirleyici etkilerini kaybetmektedirler. Tüm bunları son dönemlerdeki popülist yaklaşımların gerektirdiği kolaycı, ucuzcu ve kitle beğenisini yücelten ve önemli gören yaklaşımlardan bağımsız düşünmek olanaksızdır. Popülizmin, varoluşu kendi esasına yabancılaştırıcı bir özelliği bulunmaktadır. Burada da kendi varoluşundan uzaklaşan bir sanatın varlığından bahsedebiliriz.
Popülist bir Galericilik Revaçta
Benzer şeyi diğer sanat kurumları için de söylememiz güç değildir. Sözgelimi 1980’lerden itibaren hızlı bir gelişim içine giren galericilik, çağdaş dünya ile bütünleşecek bir dönüşümü gerçekleştiremedi.
Aracı kurumlar olarak galericiliğin yeni perspektifler oluşturmada önemli olduğunu unutmamak gerek. Yeni stratejiler geliştiren, ilgiyi sanata çeken, güvenirlik konusunda yol almış olan, sanatı ve problemlerini tartışılır kılan ve çağdaş sanat konusundaki donanımını sürekli güncelleyebilen galeriler kuşku yok ki, ilgiyi üzerlerinde tutabiliyor. Bu tür galerilerin çok az olması temel sorunlardan birisidir. Sanat pazarının önemli kurumları olarak galerilerin ilişkilerinde bir türlü şeffaf olamamaları, arşivleme-belgeleme, tanıtım gibi alt yapı sorunlarına önem vermemeleri kurumsal kimlik kazanmalarını engelliyor. Halbuki geçen bu zaman dilimi aynı zamanda sanata yapılan yatırımların zirve yaptığı, satışlarda kendi rekorlarının kırıldığı bir dönemdir. Bu ekonomik girdiye karşın küresel dünya ile rekabet edecek bir galeri sistemimizin oluşamaması, ya da çok çok zayıf olması büyük bir eksiklik. Burada sorunun ekonomik değil, bir bakış ve ideoloji sorunu olduğu muhakkak.
Ötekileşen Kültür
Peki sanat kültürümüz hakkında gerekli araştırma, inceleme ve değerlendirmeler yapılmakta mıdır? Eğitim kurumlarımızın yaptığı tezler ve araştırmaların ne kadarı bugünkü sorunlarımızı aralamaya veya aydınlatmaya yetiyor. Bu konuda ne kadar yayın üretebiliyoruz? Sanat kültürümüz ve tarihimizi eleştirel ve analitik yöntemlerle ele alan araştırmacılarımız var mı? Genç kuşak kendi tarihinden ne kadar haberdar? Keşke bu sorulara olumlu cevap vermek zor olmasaydı. Popülist çağın en etkili katkısı, tarihle ve kültürle olan ilişkilerimizi minimalize ederek pragmatist şekilde bugüne odaklanmamızı sağlamasıdır.
Öte taraftan birkaç özel müzemizi saymazsak görsel sanatlarla ilgili müzelerimizin son 30 yılda neredeyse hiç değişim sergilemediğini görürüz. Teknolojinin sunduğu yeni sunum ve sergileme olanaklarına karşın, bunlardan yararlanamamak kurumlarımızın zaafiyeti olarak görülmelidir. Popülist tutumlar, kurumların sanatçılarla ilişkilerini de sorunlu hale getirmektedir. Piyasanın talepleri doğrultusunda oluşturulan stratejiler, sanatçının özgür üretiminin önüne geçtiği gibi baskıcı bir etken de olabilmektedir.
Tüm bunlardan dolayıdır ki uluslararası ortamda önemli oranda bir Türkiye sanatından bahsetmek olanaksızlaşmaktadır. Sanatın gittiği yönü ne yazık ki popülist yaklaşımlar belirlemekte. İktidarlar da, sanat ortamı ve piyasası da bunun dışında bir tercihe yanaşmıyor. Sanat ile kurulan bilinçli ve sorunlu ilişki popülizmin ve piyasanın talepleri ile yeniden tanımlanmakta ve biçimlenmektedir. Tek tesellimiz çağdaş sanat ile onun gerektirdikleri paralelinde ilişki kurabilen az sayıda kurum ve kişilerin olması…
Hayri Esmer, “Popülizm ya da Kriz Çağı”, Rh + Sanart, Sayı:119,Nisan 2016,