Hayri Esmer İle “Boşluk Ve Sınır” Sergisi Üzerine Söyleşi

Zamanı ile ilişkileri Yoğun bir Resim Yapmaya Çalışıyorum

Hayri Esmer’in “Boşluk ve Sınır” başlığını taşıyan sergisi, 12.01.2018 - 23.03.2018 tarihleri arasında İzmir’de Dokuz Eylül Üniversitesi bünyesinde faaliyetine henüz başlayan Kazım Türker Sanat Galerisi’nde devam ediyor. Mümtaz Sağlam’ın küratörlüğünü üstlendiği bu sergi, Esmer’in son dönem işlerini bütüncül olarak görmek ve sanatçının uzunca bir süredir üzerine odaklandığı biçimleme sorunlarını irdelemek adına önemli bir başvuru noktası oluşturuyor.

1990’ların başından bu yana resimlerindeki ve gravürlerindeki yönelimlere yakından tanık olduğum Hayri Esmer’in giderek dönüşen biçimsel arayışlarını ve sanatçının temel kaygılarını bu sergi vesilesiyle konuştuk.

Rıfat Şahiner: 25 yıldır yakından tanığı olduğum işlerinin, o günden bu yana ciddi bir dönüşüm geçirdiğini gözlemliyorum. Öyle ki 90’ların başında gerek gravürlerinde, gerekse resimlerinde soyut ekspresif bir anlatım benimsiyordun. Bu evrede, parlak ve doygun renk yüzeylerini kuşatan sert, gerilimli siyah çizgilerle yapılaştırılan ya da resimlerinin bütününde kurucu bir işlev yüklenen çizgisel örüntülerin gerilimli birlikteliği ön plana çıkıyordu. Bu işler, şiddet meselesine odaklanan ve politik gönderimleri olan işlerdi. Ancak özellikle 2000’li yılların ortasından itibaren resimlerinde geometrik konstrüktif bir yapılaşma prensibi öne çıkmaya başladı. Her ne kadar bu geometrik yapıların kuruluşunda çizgi yine belirleyici bir rol üstlense de resimlerinin giderek farklı bir yörüngeye girmesi söz konusu oldu. Sen, bu değişimi kendi içinde nasıl yorumluyorsun?

Hayri Esmer: Bu değişimi, içinde yetişmiş olduğumuz eğitim sisteminin öngördüğü alışkanlıklardan kopma, ya da onlarla hesaplaşmanın yarattığı doğal bir değişim olarak görmek gerek. Aslında bu dönem, bizim gibi geleneksel eğitim modelleri içinden yetişen bir kuşak için, kendini sorgulama, dönüştürme yeniden var etme arzularının zirveye çıktığı bir dönemdi. Bu anlamda bendeki değişimin, bu dönemsel ‘huzursuzluklar’ ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu da temelde dil yapısında kendisini gösterdi. Aslında değişime yatkın bir yapıya sahibim. Kendi kendimi ikna ettiğim sürece, değişim ve yenilik lehine tüm birikimimi bir tarafa bırakmaya razı olmamam için hiçbir nedenim yok. Sanata başladığım ilk yıllardan bu yana yaptıklarımda öyle ya da böyle bunun izlerinin bulunduğunu düşünüyorum. Ancak bu durum Pencereler serisiyle daha da keskinleşti. Benim için sanat, süreç içinde özellikle dil açısından, biçimsel arayışlar açısından, kendisini sorgulayabilirse, dönüştürebilirse yoluna devam edebilir. Bunu bir anlayış olarak benimsiyorum.

Yalnız bu değişimin istikametinin nasıl olacağını belirleyen dinamikler benim için önemli. Bunun için de zamana, yani içinden geçiyor olduğumuz koşullara ve sanatçının birikimlerine bakmak lazım. Bu çerçevede düşündüğümüzde ‘Pencereler’ serisi hem dil, hem biçim, hem de renk açısından içine girdiğim arayışın somut bir göstergesine dönüştü. Önemli bir kırılmanın oluşmasını sağladı resmimde. Özelikle kent olgusuna bakış, mimariye ilgi, renk açısında kendi alışkanlıklarımdan kopma isteği, şiddet temasının kapatılma ve mekan tasavvuru ile bütünleşmesi gibi değişimler, sözkonusu ettiğin geşmişimle önemli bir hesaplaşma sürecinin kapısını araladı.  Sonuç olarak da siyah beyaz tuvallerden oluşan düzenlemelerin olduğu kurgular ortaya çıktı.

R.Ş.: 2006 yılında “Pencereler” sergisiyle başlayan bu kırılma, sonrasında “Ardışık Örüntüler”(2007) ile devam etti ve şimdi bu son sergideki işlerde, geometrik elemanları kullanımında belirgin farklılıklar göze çarpıyor. Elbette ki bu son işler, öncekilerin yankılarını da barındırıyor. Örneğin; ilkin Pencereler’de rastlaştığımız sınırlar, duvarlar, izolasyon, kuşatılma, kapatılma vb. Foucaultgil önermeler üzerinden günümüz bireyinin içine hapsedildiği sistem ve düzenekleri, bu kez labirent olgusuyla karşılama yoluna gittiğini gözlemliyorum. Pencereler’deki monokromatik anlayışın yerini bu kez renk şeritleri, birbiri üzerine yıkılarak açımlanan çizgisel örüntülerden oluşan planların aldığı söylenebilir. Önceki işlerinden buraya yankılanansa yine indirgemeci tutumlar ve hücresel sistemler… Sınır ve boşluk meselesinde de bunu bir biçimde sezinleyebiliyoruz. Ancak şunu özellikle vurgulamak isterim ki; her iki sergideki işlerde de yoğun bir politik gündem sezinleniyor.

H.E.: Evet doğrusu bu tespitler üzerine benim söyleyeceğim bir şey yok. Hissettiklerimi ve düşündüklerimi bu kadar somut bir şekilde dile getirmiş olman beni ziyadesiyle mutlu etti. Bu gerçekten yapmak istediğimin doğru anlaşılır olması noktasında umudumu artırmadı sadece, aynı zamanda, ana izleğin izleyici tarafından da okunabileceğinin kanıtı oldu. Çünkü yaygın algının soyutun geleneksel sınırlarından bakış olduğunu görüyorum. Bu da çok sıkıntılı bir durum tabii… Labirenti, tamamen içinden yaşıyor olduğumuz ve ‘çağımızdan’ hızla uzaklaşıyor olduğumuz trajik durumun bir metaforu olarak tercih ettim. Labirent, hiçbir şekilde içinde yaşamak istemediğimiz, öte taraftan da içinden çıkamadığımız bir yerdir. Tıpkı bugün yaşadığımız ortam gibi. Bize özgür olduğumuz söyleniyor, ancak biz hücrelere kapatılmış hissediyoruz kendimizi. Bu noktada bile neyin doğru olabileceği noktasında uzlaşamıyoruz. Hissettiklerimiz mi doğru, yoksa bize söylenenler mi? Bu basit ikilemi aşamayan bir noktada yaşıyoruz bugün. Eserlerimin politik olması yorumuna gelince, bu bana uzak olan birşey değil. Sanatın temel meselesinin hayatın kendisiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Malum bizim hayatımız da politik dalgalanmaların ve istikrarsızlıkların belirsizlikleriyle biçimlenmekte. Hayatımızın bu yönü en başından beri beni hep ilgilendirdi. Dolayısıyla belki de bende değişmeyen tek şey bu olsa gerek.  

R.Ş.: Bu noktada özellkle bu sergide dikkatimi çeken bir işin üzerinde durmak istiyorum: “10 Ekim 2015 Ankara”. Bu resim, diğerlerinden belli nitelikleriyle ayrılıyor ve başlığı da çok çarpıcı… Doğrusu bu işle ilgili fikirlerini çok merak ediyorum!..

H.E.: Yukarıda söz konusu ettiğim düşünceleri somutlaştıran bir resim oldu bu. İsmi ile de Goya’nın ‘3 Mayıs 1808’ adlı eserine atıf yapan bir resim. Goya’nın resminin yapılmasına neden olan olayın bir benzerinin 2015’te Ankara Garı’nda meydana gelen patlama ile yaşanması ve 106 masum insanın hayatının kaybedişinin anısına yaptığım bir resim bu. Vahim ve unutulması imkansız bir olay. Bizim gibi ülkelerde ne yazık ki bu tür olaylar sıklıkla yaşanıyor ve kısa bir süre içinde unutulup gidiyor. O yılları hatırlarsın!.. Ülkemizde kalabalıkların olduğu ortamlarda peşpeşe bombalar patlıyor ve insanlar ölüyordu. Şimdi sayısını bile hatırlamakta güçlük çekiyoruz ve sanki o günleri hiç yaşamamış gibiyiz. Ben, sanatın bu toplumsal tramvaları hatırlatması ve bir hafıza oluşturması gerektiğine inanıyorum. Bu resmi de bu olaydan hemen sonra, ölümlerin günbegün artıyor olduğu günlerde yapmaya başladım. Hatta önce renkli zemini oluşturdum ve o gün kaybettiğimiz insan sayısı kadar, siyah dikdörtgen boyadım. Ölü sayısı arttıkça renkli alanları kapatarak siyaha boyamayı sürdürdüm. Sonuçta, yüzeyde 106 siyah ve çok az da renkli dikdörtgen kaldı. Yani süreç, resmin kendisini de belirlemiş oldu. Öte taraftan bu resme başladığımda o kadar etkilenmiştim ki bu olaylardan, tüm bu patlamaların ve ölümlerin anısına bir resim dizisi bile düşünmüştüm, ancak bunu devam ettiremedim ve tek resim olarak kaldı.

R.Ş.: Sergi katalogunda küratör Mümtaz Sağlam’ın sunum yazısında bir ifade özellikle dikkatimi çekti. Sağlam, “Hayri Esmer, resmin simgesel atıflarını belirgin kodlarla örme yerine, oluşturduğu duvar yüzeylerini andıran blok ya da panelleri kullanarak, renkli ve soyut düzenekte, dekoratif bir çekiciliğe sahip varyasyonlar üreterek yanılsamalı etkiler üzerinden yüzeyi çelişik bir bütünlük olarak kavramamızı istemektedir.” diyor.

Her ne kadar günümüz sanatında artık bir sorun olarak görünmese de “dekoratiflik” meselesi, yine de resimde en çok tartışılan konulardan biridir. Bu, genelde olumsuz anlamda kullanılan bir sıfat ve belki de bu saptama resimlerinin alımlanmasında ilk elde karşılaşılan bir çekiciliğe eşlik ediyor gibi. Bunu bir risk olarak değerlendiriyor musun? Ya da belki şöyle sormam daha doğru olacak: Özelllikle, resimlerinin niteliği ve konu edindiği üzerinden düşünürsek, böylesi bir risk söz konusu mu? Bu düşünceye katılıyor musun?

H.E.: Bahsettiğin gibi, bu meselenin artık 30 yıl öncesinden farklı algılandığını, dolayısıyla da, benim bunu bir problem ve risk olarak görmemin mümkün olmadığını düşünüyorum. Kaldı ki, bunun risk olduğunu iddia eden bir eğitimden geldik. Böyle bir rastlantısallığa bırakmak mümkün olabilir mi yapıtı? Önceki kuşakların bu tür tehlikeli ve riskli gördükleri mecralara girmekten ve buralarda dolaşmaktan, hiç bir zaman çekinmedim. Bu gerekli de zaten. Bu tür algıların oluşması beni şaşırtmaz ve rahatsız da etmez. Nihayetinde böyle bir kültür var ve onu yadsıyamayız. Ben renklerle, biçimlerle ve imgelerle oyun oynuyorum. Oyunun kurallarını da bizden önceki kuşaklar ve önyargılarımız değil, deneyimlerimiz ve süreç belirliyor. Bu dönem resimlerim için de, rengin kromasının, yapısının ve ilişkilerinden doğan sonucun sınırlarını açımlamaya çalışıyorum. Bu, daha çok tüketim toplumunun sosyolojisi ile ilgili bir durum. Zaten çalıştığım teknik, bu durumu belirginleştirmek ve artırmak için geliştirilmiş ve tercih edilmiş bir teknik. Renk alanlarının üzerindeki ince işçilikli çizgiler bunun için varlar. Bunları kaldırdığımızda resim başka bir şeye dönüşüverecek. Bu resimlerimin ayrıcalıklı yönü. Rengin çekiciliğini artırmak ve güçlendirmek için bunun gerekli olduğunu düşünüyorum. Nihayetinde bunun yaşadığımız zaman ve süreç ile ilgili bir yönü de bulunmakta. Aslında bu durumun, resmim bağlamında daha iyi anlaşılması için önceki çalışmalarımla birlikte düşünülmesi gerekmektedir.

R.Ş.: Sergindeki işler, oldukça yetkin ve kusursuz bir geometri sunuyor. Özellikle burada Hard-edge stilinin olasılıklarını yeniden gündeme getiren bir yönelim izliyorum. 2007’de açtığın “Ardışık Örüntüler” serginde de Color Field ve Hard-edge stillerinin uzantısı kabul edilebilecek bir tavır sergilediğin gözlemleniyordu. Hatta o sergiyle ilgili yaptığın bir söyleşide, resimlerinin Mark Rothko’nunkilerle ilişkilendirildiğini hatırlıyorum. Kuşkusuz burada akla gelen ilk soru şu oluyor; “Bu resimler, modernist geleneğin geometri sorunsalıyla, özellikle Amerikan resminin bu stilleriyle nasıl bir ilişki kuruyor?

Senin bu işlerini, temsiliyet (representation) ilişkisi açısından nereye konumlandırabiliriz? Meseleye Türkiye’deki sanat ortamı ve geleneği açısından yaklaştığımızda resmini ve üzerine odaklandığın temel sorunsalı nasıl irdelemek gerekiyor?

H.E.: Evet, resmimin batıdaki referans noktaları açısından doğru bir saptama bu. Sanat hayatımın başından beri soyut dışavurumcu gelenek ile ilişkilerim hep vardı. Bu gelenekten gençlik yıllarımda çok beslendim. Belki de doğamla çok fazla örtüştüğünden olsa gerek. Bu nedenle bu ilişkiyi önemsiyorum. Gerek Color Field, gerek Hard-edge, gerekse bunlardan sonra gelen minimalist ve geomeri referanslı eğilimlerin bugünkü uzantısı olarak görüyorum resmimi. Bu nedenle de gerek modernist, gerekse Amerikan soyut dışavurumcularıyla yüzey, renk, yücelik, ruhsallık ve daha başka yönlerden ilişkiler kurduğum muhakkak. Ancak dil yapısına ilişkin bu statükocu temellendirme benim için yeterli değil. Ben bu anlayışları bir tercih ve çıkış noktası olarak alıyor ve değişmez birşey olarak da görmüyorum elbette. Yani daha çok bugünün sorularıyla ilgiliyim. Dolayısıyla, bu tarihsel geleneğin, bu eğilimlerin bugünkü çağdaş toplumlarda açılımları neler olabilir? Bu dilin bize yeni bir şey söyleme olanağı var mıdır? Ya da benim de doğamla örtüşen bu biçimleme dilinin günümüzdeki açılımlarının, içinde yaşadığımız toplumsal ortamla, ilişkileriyle bağlantılı olarak nasıl biçimlenebileceğini sormak, tartışmak istiyorum.

Bu bağlamda işlerimde onlar gibi, yüzeyi söylemden arındırmak ve daha az dramatik hale getirmek gibi bir derdim yok. Bunun tersine, siyasal, politik, güncel göndermeleri olan, zamanı ile ilişkileri yoğun olan bir resim yapmaya çalışıyorum. Zaman zaman güncel olaylara ve gündeme ilişkin işaretler, simgeler, semboller kullandığım dolayısıyla da günümüz toplumunun ve kültürünün ürettiği anlam dünyasıyla daha ilişkili görüyorum resmimi. Bu çerçeve ve günümüzdeki uzantılarıyla birlikte düşündüğümüzde 90’lı yıllardan sonra ülkemizde radikal şekilde değişen ve yeniden biçimlenen anlayış içinde görüyorum kendimi. Resmimin 2000’li yıllardaki değişimi de bu bağlamda görmek gerek. Dil ve biçim arayışlarını önceleyen; kavramsal olanı, politik olanı ve öteki anlayışları dışlamayan; sorular sorarak yanıt arayan ve değişim potansiyelini içinde saklı tutan bir anlayış bu.

R.Ş.: Son olarak serginin başlığındaki boşluk ve sınır kavramları üzerine konuşmak isterim. Sınırlar… Belki de içinde yaşadığımız coğrafyanın en yakıcı kavramı… Savaş, göç, Suriyeli mülteciler, güvenlik politikaları ve sınır ötesi harekatı gibi meselelerle iştigal ediyoruz şu sıra. Dünyanın küreselleşmeyle sözümona sınırlarının yavaş yavaş ortadan kalktığı bir evreye girdiği iddia edilirken, AB’nin Suriyeli mültecilere karşı sergilediği tutum ve özellikle Trump’un politikaları, sınırlar ve güvenlik meselesinin gerçekte artık çok farklı bir tondan konuşulduğunu gösteriyor bizlere…

Sınırlar deyince, işin bir de kimlik ve kültüre dair boyutları var. Öznelliğin, psişenin yapılanışı, dilin ve simgesel sistemin kuruluşu, görünür kıldığı ve baskıladığı vb. Sınırları refere ederken açık uçlu, dolambaçlı, girift nitelikli labirentler çizdiğini görüyorum. Labirent, zaten bu içinden çıkılamayanı niteliyor hep. Bu sınır ve boşluk meselesine dair temel yaklaşımın nedir?

H.E.: Çok komplike ve uzun uzun çok yönlü tartışmayı gerektiren bir soru bu... Sınır kavramı da bahsettiğin bölgesel ve küresel sorunlarla birlikte tüm anlamlarıyla geniş çerçevede elbette ele alınabilir. Alınmalıdır da. Aslında tarih boyunca sahip olduğumuz sorunların kökeninde, bazen bireysel bazende coğrafi ama hep sınırlar olmuştur. Ekonomik çıkarlar ve hakim olma arzusu, kitlelerin ölümü ve mağduriyetlerine tercih edilmiş, sonuç olarak da manzara sürekli iç karartıcı olmuştur. Savaş, mülteciler, yoksulluk ve ölüm. Bugünkü manzaranın da bu bağlamda düşünülmesi gerektiği kanısındayım. Öte taraftan bugünkü bağlamı açısından bakıldığında, kurgunun sanatın sorunu olmanın ötesinde, küresel bir araca dönüştüğünü de görüyoruz. Yani aslında toplumlar da, ülkeler de her zamankinden daha çok kurgusal bir yapının ürünü olmaya başladı. Bu anlamda demokrasi hayalinin gerekirse bir kenara koyulabileceğine en acımasız sonuçlarıyla birlikte tanıklık ediyoruz. Bunun için kültürel altyapı da müsait biliyorsun. Gerçek ile ilişkimiz eskisi gibi değil. Gerçek, artık, güç tarafından kurgulanarak bize sunuluyor. Dolayısıyla da kitleler, kurguyla gerçeğin sınırlarını da belirlemekte zorlanıyor. Bana göre, tüm sorun burada düğümleniyor. Kendilerine anlatılanların hem doğru, hem de yanlış olduğunu kanıtlayacak çokça veri var elimizde. Işte bu durum, ya inançsızlığa ya da sadakati tercihe sürüklüyor kitleleri.

Kanaatimce bugün, bizim gibi toplumlar sadakati, batılılar ise inançsızlığı tercih eder hale geldiler. Bu her iki durumda da, yaşamın kutsiyetinden uzaklaşarak, ölüm normalleştiriliyor. Başka türlü kitlelerin tepki verememesini nasıl açıklayabiliriz ki? Bana göre içinden geçtiğimiz bu durum, tarihsel gelişim sürecini kurgulanabilir bir sürece dönüştürdü. Bu da gücü elinde bulunduranların lehine işliyor. Yani yaşam, kitleler için hep bir labirent, bir cehennem… Hangi şekilde olursa olsun buradan çıkmayı başaran azınlık için ise labirenti kurma hakkı olmuştur.